29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın anlamı nedir ve Türkiye için 29 Ekim’in önemini bu yazımızda sizlerle paylaşacağız. 29 Ekim günü Cumhuriyetimiz ilan edilmiş ve Atatürk bu günü milli bayram ilan etmiştir. Bu konu hakkında açıklamalarımıza dönelim şimdi;
Cumhuriyet ne demektir öncelikle onu öğrenelim;
Batı dillerinde cumhuriyetin karşılığı, ulusun kendisini yönetmesi anlamına gelir. Cumhuriyet rejiminde iki unsur çok önemlidir:
a- İdare edilenler
b- İdare edenler
Bu iki unsurun sahip olası gereken özelliklerin başında dürüstlük gelir. Cumhuriyet rejiminde her iki tarafında dürüst ve namuslu olması gerekir. Rejimin demokrasi paltformuna oturtulması şarttır.
Cumhuriyet, ulusun vatan ve hukuka sevgisi ve içten bağlılığı ile yaşatılmalıdır. Bu nedenle cumhuriyete hayat veren damarların başında demokrasi gelir. Gerçek cumhuriyet rejimlerinde sistemin demokrasi ile olan ilişkisi çok önemlidir. Çünkü iç ve dış tehlikelere karşı cumhuriyet kendisini sert ve katı bir şekilde ama demokrasinin gerekleri içinde koruyacaktır. Bunların dışına çıkılmaması gereklidir, aksi taktirde demokrasi ile cumhuriyet arasında kopukluk başlar. Bundan da en büyük zararı cumhuriyet rejimi görür. Onun için cumhuriyet yöneticileri daima uyanık ve gözleyici durumda olacaklardır.
Demokrasiyi benimsemiş siyasi rejimlerdeki cumhuriyetlerde özgürlüklerin kullanılma alanları, demokrasinin kuralları ile sınırlandırılmıştır. Demokratik sistem ile idare edilen cumhuriyetlerde hiç kimsenin sınırsız hak ve hukuku yoktur. Sınırsız hak ve hukukun olduğu rejimlere de demokrasi veya cumhuriyet denemez. Çünkü demokrasilerde ve demokratik cumhuriyetlerde kişilerin ve dolayısıyla toplumların özgürlükleri hukuk yolu ile güvence altına alındığı gibi, buların sınırları da adaletin kalemi ile çizilmiştir. Bu kısa açıklamadan sonra Atatürk’ün cumhuriyet ve devlet anlayışına değinelim.
Atatürk, kurmuş olduğu genç Türk Devletinin yapısını 29 Ekim 1923 tarihinde cumhuriyetin temelleri üzerine oturturken, en kısa zaman da bunun gereği olan demokrasiye geçileceğini öngörüyordu. O da siyasi alanda demokrasinin çok partili sistemle gerçekleşeceğinin bilincindeydi.
Atatürk’ün zamanımızdan yaklaşık üç çeyrek asır evvel cumhuriyet için söyledikleri, bugün hala bazı batı ülkelerin elde etmeye çalıştıkları düşüncelerdir. O söylediklerimi bilimsel bir temel üzerine oturtmamış olsaydı, bu kadar zaman sonra düşünceleri hala güncelliğini koruyabilir miydi? Atatürk sadece bilgili bir asker, uzak görüşlü bir devlet adamı değil aynı zamanda gerçek bir düşünürdü. Ayrıca sadece düşünce üretmekle kalmamış, bu düşünceleri gerçekleştirerek, üçüncü dünya ülkelerine bağımsızlığın ve kurtuluşun yolunu da göstermiştir. Bugün bağımsızlık savaşı veren pek çok ülkede Atatürk adı hala bir bayrak gibi dalgalanıyorsa nedenini burada aramak doğru olur.
29 Ekim 1923 günü ilan edilen cumhuriyetin alt yapısını Atatürk aşama aşama nasıl hazırlamıştı ?
Cumhuriyet laik bir sistem üzerine kurulacaktı. Yani cumhuriyet idaresinde ne halifeye ne de onun kalıntılarına yer vardı. Cumhuriyeti adaletli bir adalet sistemi koruyacaktı. Cumhuriyetin genç kuşakları çağ dışı kara kafalılar tarafından değil, aydın bağımsızlık ve hürriyetin değerini bilen aydın kafalı öğretmenler tarafından yetiştirilecektir. İmparatorluktan kalan mantık dışı ne varsa hepsi kaldırılacak, cumhuriyetin temelini müspet ilim oluşturacaktır. Cumhuriyetin yalnızca kanunlar ile, devlet zoru ile ve yasaklarla korunamayacağının bilincinde olan Atatürk, onun gerçek değerini anlayabileceğini söyleyebilmiştir. Geçen zaman içerisindeki olaylar bu ileri görüşlü devlet adamının ve düşünürünün ne denli haklı olduğunu göstermiştir.
Bilgisiz ve bilinçsiz bir halk topluluğunun ulus olma hakkına sahip olamayacağını vurgulayan Atatürk, ulusun bilinçlendiği oranda hak ve hukukuna sahip çıkacağını biliyordu. Bu nedenle eğitim ve kültüre çok önem vermiştir. Onun, bir bakıma kültürü, cumhuriyetin temellerinden biri olarak görmesindeki neden budur.
Atatürk’e göre sadece cumhuriyete sahip olmak yeterli değildir.
Ona layık olmak da gereklidir. Bunun içinde gereken yol gene eğitimden geçiyordu.
Hürriyet ve bağımsızlığın kıymetini, erdemli ve özverili, çağdaş eğitim almış olan gençler, savaş alanlarında bu uğurda şehit düşen askerlerden çok daha iyi bilebilirlerdi Bağımsızlık; hürriyet, cumhuriyet bundan böyle savaşarak değil, bunları değeri bilinerek korunacaktı. Onun için kılıçla elde edilen zaferler, siyasi, ekonomik, kültürel zaferlerle taçlandırılmalıydı.
Cumhuriyetin İlanı ve Türkiye Cumhuriyeti;
Lozan’n kabulü ve barışın sağlanması ile geride Türk Devleti’nin siyasal yapısını belirleyecek devlet şeklinin ve adının ne olacağı sorunu kaldı. T.B.M.M.’nin varlığı ile egemenliğin kayıtsız – şartsız ulusa ait olan, insan haklarına dayanan bir devlet sistemi kurulmuştu. Fakat gerek halkın, gerekse Meclis içinde bulunanların büyük kısmı Padişah’a dinsel ve geleneksel bağlarla bağlıydılar. Padişah’ın işgal ettiği Saltanat – Hilafet makamı yüzyıllardır kökleşmiş bir teokratik sistemdi. 1300 yılından beri de Osmanoğullarından başka hiçbir aile iktidar olmamıştı. Egemenlik biri dinden, diğeri gelenekten gelen iki kaynaktan çıkıyor ve Padişah’ta toplanıyordu. Gerçi İttihat Terakki bu gücü kırmıştı, fakat sistemin özünü, yani egemenliğin kaynağını ve kullanılış biçimini değiştirememişti. Egemenliğin, tanrı hakları sisteminden, insan hakları sistemine geçişin bir sonucu olarak Padişah’tan ulusa geçişi, bir ilke ve ülkü olarak Amasya Genelgesi’nde ortaya konmuş ve 23 Nisan 1920’de B.M.M.’nde somutlaşmıştı. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da bu temel üzerine oturmuştu.
Kurtuluş Savaşı ulusal bağımsızlık yanında ulus egemenliğini de açık bir biçimde ortaya koyduğu için Padişah daha başından beri milliyetçilerin amansız düşmanı kesilmişti. M. Kemal Paşa Padişah’ın ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah’ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum’da Mazhar Müfit’e not ettirdiği “Cumhuriyet” inancını “Ulusal bir sır” olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde “Cumhuriyetçi” bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında “Cumhuriyet” ilan edelim önerilerini red etmişti. Fakat Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı, Türk Ulusu’nun kurtarıcısı M. Kemal, Türkiye’nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat’ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat’ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis’te tutucu kanat direndiyse de, M. Kemal Paşa’nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat’ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle M. Kemal Paşa’yı engellemeye çalıştılar.
2 Aralık 1922’de Meclis’e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. “İntihab-ı Mebusan Kanunu”nda değişiklik yapılmasını isteyen önergede “Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilmek için Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları” gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. M. Kemal Paşa’yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine söz alan M. Kemal Paşa, doğum yerinin Türkiye’nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirttikten sonra, düşmanlara karşı savaştığını, vatanı kurtarmak için hiç bir yerde beş yıl oturamadığını hatırlatıp, ulusun sevgisisi kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmak isteyen bu kimselerin bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge red edildi.
Mustafa Kemal’in kamuoyu yoklaması yapmak üzere 14 Ocak 1923’de Batı Anadolu’da bir geziye çıkmasını fırsat bilen muhalif grup, O’nun Ankara’dan ayrıldığının ertesi günü “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir broşür yayınladılar. Broşürün önceden hazırlanmış olduğu ve M. Kemal’in Ankara’dan ayrılmasını fırsat bilerek dağıtıldığı anlaşılıyordu. Broşürün ana fikri, islam kamuoyunun son gelişmelerden (Saltanatın Kaldırılışı) büyük ızdırap içinde bulunduğu, Hilafet’in hükümet demek olduğu ve Hilafet’in hukuk ve görevlerini yok etmenin hiç kimsenin, hiç bir meclisin elinde olmadığı esaslarına dayanıyor, “Halife Meclisin, Meclis Halife’nindir.” sözleriyle bitiriyordu. Yürütme yetkisinin Halife’ye verilmesini ve Meclis’in aldığı kararların ve kanunların Halife’yi bağlamayacağı, dolayısıyla Meclis’in çıkardığı Saltanat ve Hilafet ile ilgili yasaların meşru olmadığı görüşü savunuluyordu. Bu bildiri, M. Kemal’e ve O’nun gerçekleştirmek istediği devrime bir tepki idi.
İzmit’e gelen M. Kemal, din ve hilafet konusunda yaptığı açıklamada “Türkiye Büyük Millet Meclisi Halife’nin değildir ve olamaz, Türkiye Büyük Millet Meclisi yalnız ve yalnız Ulusundur.” dedi. T.B.M.M.nin büyük programının tam bağımsızlık, kayıtsız şartsız ulusal egemenlik esaslarına dayandığını, teokratik devlet biçiminin ve buna bağlı bütün toplumsal düzenin ve çıkarların yıkılacağını belirtti. 16 Ocak’ta yaptığı toplantıda, Hilafet’in dinle ilgisi olmadığını, siyasi bir mevki olduğunu, idare-i maslahatçılıkla devrim yapılamayacağını belirttikten sonra “Devrimin kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız devrim ve ilerleme bir an bile durmayacaktır” diyerek gericilere gerekli yanıtı verdi. Basınla iyi ilişki kurmak istediği için İzmit’te yaptığı basın toplantısında, “Devrim” yapılacağını açıklarken, Meclis’te birliğin sağlanması için “Müdafaa-ı Hukuk Gurubu”nun gerekli olduğunu bunun dışındaki grupların yararlı olmadığını belirtti ve İttihatçılardan ülke yararı için politikaya karışmamalarını istedi. Bu sırada Annesi Zübeyde Hanım’ın ölüm haberi geldi. İzmir’de annesinin mezarı başında devrimci inancını “Ulusal hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun” sözleriyle bir kez daha yineledi. Bu sırada Lozan’ın ilk görüşmeleri kesildiği için İsmet Paşa ile Ankara’ya döndü. Meclis’te gizli oturumlar çok sert geçti. Trabzon mebusu Şükrü Bey’in Topal Osman tarafından öldürülüşü, M. Kemal’e saldırılara yol açtı. M. Kemal’i kendilerine buyük engel gören, tutucu, gerici, ittihatçılar, çıkarcı gruplar, O’na karşı muhalefette birleşiyorlardı. Yakın arkadaşlarından Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Paşa’lar da yavaş, yavaş yanından ayrılıp, Hilâfetçilere kuvvet veriyorlardı. Saltanatı geri getirmek isteyen gericilerin çalışmaları karşısında arkadaşlarının kendisini yalnız bıraktığını gören M. Kemal, 20 Mart 1923’te Konya’da yaptığı bir konuşmada Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına çekmek isteyen gericilere karşı tutumunu açıkça şu sözleriyle belirtti: “Eğer onlara karşı benim şahsımda bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim amacıma değil, o adım benim ulusumun hayatıyla ilgili, o adım benim ulusumun hayatına karşı bir kasıt, o adım ulusumun kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı fikirde olan arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adımları atanları tepelemektir… Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Örneğin eğer bunu sağlıyacak kanunlar olmasa, bunu sağlayacak meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam; yine tepeler ve yine öldürürüm.”
Cumhuriyet’e doğru gidiş bu kararlı sözlerle açıkça görülüyordu. M. Kemal Paşa, 8 Nisan 1923’de dokuz ilkede görüşlerini toplatarak, programını belirlerken, siyasi biçimlenmeyi de hazırladı.
Savaş zamanının T.B.M.M.’nin görevi son bulmuştu. Bu sebeple Meclis kendini dağıtıp, seçime gitme kararı aldı. M. Kemal, dağılmadan önce Meclisten 15 Nisan’da, Saltanatı geri getirmeye çalışanları vatan haini kabul eden bir kanun değişikliği ile “Hıyanet-i Vataniye Kanunu”na, ileride gerekirse yine İstiklal Mahkemeleri kurma fırsatını veren bir ek getirdi.
Yeni kurulacak Meclis’te kuvvetli bir kadro oluşturmayı ve böylece Cumhuriyet’i ilan etmeyi düşünen M. Kemal’in bu çalışmaları yakın arkadaşlarının kendisinden uzaklaşmasını hızlandırdı. Rauf Bey ve arkadaşları, M. Kemal’in partiler üstü kalmasını, politikaya karışmamasını, önererek, O’nu pasif duruma getirmek istiyorlardı. Rauf Bey’in İsmet Paşa ile aralarının açılması da bu ayrılığın başka bir yönü idi. Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı karşılamak istemeyen Rauf Bey Başbakanlık’tan bile istifa etti.
İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan’ı onayladı. Artık sorun Türkiye’nin rejiminin belirlenmesiydi. M. Kemal 22 Eylül 1923’de “Neue Treie Presse” adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920’de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi.
Yeni devletin başkentinin neresi olacağı da bir sorundu. Ankara 1920’den beri bu işi yapıyordu. Merkezi ve güvenli durumu ortada idi. Meclis’te uzun tartışmalardan sonra 13 Ekim’de Ankara başkent olarak oy çokluğu ile kabul edildi. Cumhuriyet’in ilanına bir adım daha yaklaşılmıştı.
M. Kemal’e Cumhuriyet’in ilanına fırsat veren bir hükümet buhranı oldu. Başbakan Fethi Okyar Bey’e karşı Meclis’te muhalefet oluşması üzerine M. Kemal, “Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili Fevzi Paşa”nın dışında kabinenin istifasına karar verdi ve 27 Ekim’de uygulandı. Mevcut sisteme göre her bakan Meclis tarafından tek tek seçiliyordu. İstifa eden bakanlar yeniden seçilirlerse, görev kabul etmeyeceklerdi. Bu sırada Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar İstanbul’da bulunuyorlar ve temasları, Halife’ye yakınlık gösterileri oluyordu. Ankara’da’ ise kabine kurulamıyordu. Bu gelişmeler üzerine “Cumhuriyet İlanı” ile işi kökünden çözmeye karar veren M. Kemal 28 Ekim gecesi Çankaya’da İsmet Paşa ve bazı kimseleri toplantıya çağırdı ve “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diyerek kararını açıkladı. Misafirlerin ayrılmasından sonra İsmet Paşa’yı alıkoydu ve birlikte, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda gerekli değişikliği sağlayacak önergeyi hazırladılar. Ertesi gün saat 10’da Parti grubunda yapılan toplantıda, M. Kemal Paşa Genel Başkan olarak Hükümet buhranının mevcut sistemden kaynaklandığını, bunun çözumünün istikrarlı bir sistemde olduğunu belirtttkten sonra değişiklik önergesini okuttu:
* Türkiye Devleti’nin Hukümet şekli Cumhuriyettir
* Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur
* Türkiye Devleti, Hükümetin inkisam ettiği idare şubelerini İcra Vekilleri (Bakanlar Kurulu)
vasıtasıyla idare eder.
Bu önerge Parti toplantısında tartışıldı Büyük Millet Meclisi’nin aynı akşam (29 Ekim 1923) saat 18:45’de yaptığı toplantıdan sonra 20.30’da “YAŞASIN CUMHURİYET” sesleri arasında Cumhuriyet ilan olundu ve yeni Türk Devleti’nin adı kondu. “TÜRKİYE CUMHURİYETİ”. Hemen arkasından da Türk Ulusu’nun kurtarıcısı Gazi M.Kemal oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı M. Kemal, kendisini Cumhurbaşkanı seçen Meclis’e teşekkür ettikten sonra “Son yıllarda Ulusumuzun fiili olarak gösterdiği kabiliyet ve istidat, kendi hakkında kötü düşüncede bulunanlarınn ne kadar tedkikten uzak görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel ispat etti. Ulusumuz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle ispat edecektir… Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır.” sözleriyle konuşmasını tamamladı. M. Kemal Cumhurbaşkanı seçildiğinde henüz 42 yaşındaydı. Cumhuriyetin ilk Başbakanı İsmet Paşa oldu.
19 Mayıs 1919’da Samsun’da başlayan yeni ve bağımsız, bir Türk Devleti kurmak savaşı dış ve iç düşmanlara karşı başarıyla sonuçlanarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurtuluş Savaşı’nın inanç ve başarısı nasıl Atatürk’ün eseri idiyse, Cumhuriyet de yine O’nun eseri idi. İleriki yıllarda bunu şu sözleriyle belirtti. “Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti’dir.”
SONUÇ
Bir zamanların muhteşem Osmanlı İmparatorluğu, gerek iç gerekse dış etkenlerin sonucunda 18. y.y.’dan itibaren hızlı bir çökuntüye girdi. Kapitülasyonlar sebebiyle Avrupa devletlerinin açık pazarı durumuna geldi. Rusya ve Avusturya’nın devamlı saldırıları sonunda savaşları kaybederken, önemli topraklarını elden çıkardı. İmparatorluğun bu çöküntüsünü gören Padişahlar, İmparatorluğu kurtarmak için ıslahat önlemlerine başladılar. Fakat yalnızca askeri olan bu önlemler etkili olamadı. III. Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedit ise 1807’de gerici bir ayaklanma ile son buldu.
19. y.y.’da çöküntü büyük hızla sürerken, Fransız Devrimi’nin ortaya koyduğu ulusal bağımsızlık ve egemenlik akımları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’da yaşayan Hristiyan azınlıklarını etkiledi ve bagımsızlık isteklerini kamçıladı. Sırp, Yunan ve hatta Mısır ayaklanmaları İmparatorluğun iç bünyesini sarstı ve bunlar giderek bağımsızlık veya özerklik kazandılar. Bu yüz yılda Rus tehlikesi karşısında İngiltere ve Fransa Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma potikası izlediler. Kırım Savaşı’nda bu politika sonucu Rusya’ya savaş bile açtılar. 1838 ticaret anlaşması ile imparatorluk ekonomik bakımdan batının eline geçerken, 1854’den sonra başlayan dış borçlanma ile, 1881’de mali iflasa ve batının mali denetimine girdi. II. Mahmut Islahatı ve Tanzimat da İmparatorluğun kurtuluşu için çözüm olmadı. Genç Osmanlılar’ın çalışmaları 1876’da Kanun-u Esasi’nin ilanını hazırladı. Birinci Meşrutiyet yaşama fırsatı bulamadan 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı bu dönemin sonunu hazırlarken, Abdülhamid’in “İstibdatı” başladı. Bu tarihten sonra İngiltere de koruyucu politikasını terk etti. Ermeni konusu da ilk kez gündeme geldi. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra Almanya’ya yanaştı. Alman siyasi, askeri ilişkisi, Alman ekonomik ihtiraslarını da getirdi. Bağdat Demiryolu projesi bunu simgeledi.
20. y.y.’a girilirken Abdülhamid’e karşı başlayan Genç Türk hareketi gittikçe kuvvetlendi ve 1908’de II. Meşrutiyeti getirdi. Fakat 31 Mart gerici ayaklanması ile 1909’da iç buhran yaşandı. II. Meşrutiyet de İmparatorluğu kurtaramadı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük akımlarının çatıştığı bu dönem, içte buhranlar, anarşi yaratırken, dışta da Trablus ve Balkan Savaşları’nda büyük yenilgi ve tüm Makedonya’nın kaybı ile sonuçlandı. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’na Almanya yanında giren İmparatorluğun kaderi de çizilmiş oldu. Bu savaştan çok ağır kayıplarla yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkesi ile kayıtsız şartsız teslim oldu.
Yüz yıldan beri süren Doğu Sorununun çözümü, Avrupa’nın Hasta Adamının mirasının paylaşılması ile Türk Ulusu’nun dünya siyasi tarihindeki varlığı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Savaş içinde gizli anlaşmalarla, İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını kararlaştırmışlardı. Fakat Rusya’da devrim çıkınca anlaşmalar önemini yitirdi. Türk Ulusu’nun hakkında karar verecek en büyük kuvvet İngiltere idi. İngiltere Batı Anadolu’yu Yunanistan’a veriyor, Doğuda bir Ermenistan ve Kürdistan kurmak istiyor, Türk yurdunun geri kalan yerlerini de Fransa ve İtalya ile paylaşıyordu. Ülkenin yağmalanmasına boyun eğen Padişah ve Hükümet, kurtuluşu İngiliz himayesinde görüyorlardı. Halk ve aydınlar çaresizlik içinde, çoğunluk kadere boyun eğmiş görünüyordu. Kurtuluş çareleri arayanlar Padişah – Halifesiz bir çare düşünemiyordu. Kurtuluşu Amerikan mandasında görenler veya yörelerinin kurtuluşunu sağlamak için çalışanlar vardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki perişan ve çaresiz durumda, bir tek insan, M. Kemal topyekün kurtuluş ve tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak düşüncesiyle Samsun’a geldi. O’nun yola çıktığı sırada ise Yunanlılar İzmir’i işgal ediyorlardı. Padişah ve Hukümet ise İzmir’i Yunanlılara veren İngilizlerin hala körü körüne her isteğine boyun eğiyorlardı. Düşmanla işbirliği yapan Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin bu tutumları karşısında M. Kemal, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşının esaslarını Amasya’da ulusu ve orduyu Padişah – Halifeye karşı ayaklandırmak şeklinde belirledi. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde de bu esaslar içinde yeni bir Türk Devleti’nin kuruluşunun ulusal bilinçlenme, idari, siyasi örgütlenmesini de gerçekleştirdi. Misak-ı Milli ile bu esaslar İstanbul’da bir kez daha ortaya konunca İngilizler, İstanbul’u işgal ettiler. Bundan yılmayan M. Kemal, Ankara’da ulusun meşru iradesinin eseri olan ulusal egemenlik prensibini B.M.M. ile ortaya koydu. Fakat bütün bunların gerçekleşmesi çok büyük güçlükler ve olanaksızlıklar içinde yapılıyordı. Bir yandan İtilaf Devletleri ve Yunan saldırısı ve baskıları bir yandan Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin M. Kemal ve B.M.M.’ni gayri meşru ilan etmesi, Türk Ulusu’nu olumsuz yönde etkiledi. Türk Ulusu, yüzlerce yıldan beri dini ve geleneksel iktidar kabul edilen Padişah – Halife ile bu değerleri yıkan ve yerine ulusal, egemenlik değerleriyle ulusu bir araya toplamak isteyen M. Kemal hareketi arasında bir süre bocaladı. Yer yer B.M.M.’nin otoritesine karşı ayaklanmalar çıktı.
Doğu Anadolu’da Ermenilere, Güneyde Fransızlara karşı savaşıldı. Batıda Yunan Taarruzu ve iç ayaklanmalara karşı Kuva-yı Milliye ile çözüm bulan B.M.M. daha sonra düzenli ordu kurar. I. ve II. İnönü Savaşları ile ilk askeri başarılarını sağladı. Diğer yandan dış ilişkilerde Sovyetler Birliği ile Moskova Antlaşması’nı imzaladı. Sakarya Meydan Savaşı’nda Yunan Ordusu’nu yendi. Fransa ile de anlaşan Türkiye İtilaf blokunu da parçaladı. 26 Ağustos 1922’de başlayan ve 9 Eylül’de İzmir’de Yunan Ordusu’nun denize dökülmesi ile son bulan Büyük Taarruz, Türkiye gerçeğini ve Türk Ulusu’nun yenilmez azmini bütün dünyaya kanıtladı. Askeri başarısını Mudanya Ateşkesi ve Lozan Antlaşması ile de onaylattı. Emperyalizme karşı yapılan bağımsızlık savaşını kazanan, “Türk Mucizesi”ni yaratan Türkiye’nin bu başarısı bütün Mazlum Uluslara örnek oldu.
M. Kemal Kurtuluş Savaşı’nın bittiği yerde; Türkiye’nin çağdaşlaşma savaşını başlattı. 1 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılışı ve 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet’in İlanı ile Türkiye yeni devlet sistemini Fransız Devrimi ile ortaya konan insan haklarına dayanan “Ulusal ve Laik Devlet”i gerçekleştirmiş oldu. Ancak, çağdaş devlet ve ülke olma mücadelesi için Türk Devrimi’nin başarılması için Cumhuriyet döneminde Atatürk ‘ün yeni mücadele vermesi gerekiyordu.
Cumhuriyet Yönetimi Hakkında Bilinmesi Gerekenler;
”Türkiye Büyük Millet Meclisinin Saygıdeğer Üyeleri!
Büyük Millet Meclisinin hayırlı ve bereketli elinin, Türk milletinin geleceğini yönetmeye başladığının beşinci senesini kutluyoruz. Bu vesileyle yüksek heyetinizi saygıyla selâmlarım.
Geçen sene Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin gerçek arzularına uygun olarak devlet şeklini Cumhuriyet olarak kararlaştırdı. Cumhuriyet yönetimi, ülkemizin en uzak köşesine kadar büyük bir heyecanla ulaştı, kabul gördü. Millet; cumhuriyetin,Türk vatanını asırların kötü yönetiminden kurtaracak ve ülkeyi lâyık olduğu gelişme seviyesine ulaştıracak yegâne yönetim şekli olduğunu anladı. Millet, cumhuriyetin şu anda ve gelecekte her türlü tehlikeden korunmasını talep etmektedir. Milletin talebi, cumhuriyetin denenmiş, sınanmış ve olumlu sonuçları alınmış bütün esaslara bir an evvel ve tam anlamıyla geçilmesi şeklinde ifade edilebilir. Yüksek Meclisin büyük bir önem vererek uğraştığı teşkilâtı esasiyede (Anayasa’da), milletin talebini karşılamak hepimizin görevidir. Diger taraftan, hükûmetin görevi, gelişmiş ve medenî yönetimin bütün gereklerini anlaşılır ve çok hızlı bir şekilde ülkemizin tamamında uygulamak, aksaklıkları gidererek geliştirmektir.
Görevimizi, milletin arzularına uygun olarak yapabilmeyi bütün gönlümle temenni ederim.” (Mustafa Kemal ATATÜRK)
Bir yanıt yazın